Fotoğrafım
Türkiye
Bir zamanlar ful yaprakları adında bir çiçek kız vardı.Saçları tuhaftı.Bir tutamı domates kırmızısı,perçemleri havuç rengi,kalanlarsa ahududu şerbeti gibi kızıldı.Pembe gözlükleriyle dünyayı ve insanları koşulsuz sevmeye kararlıydı ama gerçekleri görmesi zaman almadı.Canını yakanlardan kurtulmayı denedi, doğrulup toparlandı,gözyaşlarını sildi ve aynaya baktı. Gülümseyerek kendine bir söz verdi.Çiçek kızın hayattaki serüveni her daim taptaze ve rengarenk olacaktı... İletişim : fulyapraklari@hotmail.com

değer verenler

29 Mart 2011 Salı

"Çocuk, kitap, kütüphane ve çocuklara okuma alışkanlığı kazandırmak Vol. 1"




Kitap okumak, bilgilenmek, araştırmak, sorgulamak, yepyeni dünyalara açılmak, kelime dağarcığınızı geliştirmek, farklı hayatlar keşfetmek, okuduğunuz her kitapla biraz daha değişmek, iyileşmek, bilginin o keskin hazzını tatmak...

Kitap okumanın önemini ve değerini burada anlatmaya kalksam kelimeler yetmez bunun bilincindeyim. Türkiye'de okuma alışkanlığının ne denli az olduğunun da farkındayım.

Dev binalara yapılan yatırımların binde birinin kütüphanelere,kitaplara yapılmadığının da..

Bu yüzden cahillikle mücadele etmek her geçen gün zorlaşıyor ve her geçen gün bilgisizlikten, cehaletten, kendini ifade edememekten, bir yerlere yönelememekten dolayı gazeteler, televizyonlar vahşetlerle, suçlarla dolup taşıyor.

İnsanlarımız okumuyor, araştırmıyor, sorgulamıyor.

Televizyonun karşısında beyinlerini yıkıyorlar, günlere gidiyorlar, evlendirme programlarındaki amcalar ve teyzelere saatlerce boş boş bakıyorlar. Dünyada olup biten hiç bir şeyden haberleri yok, popüler dizilerdeki karakterlerin yüzükleri parmaklarında, onların saç renklerini yaptırıyorlar, kuaförde okudukları magazin dergileri ve doktor sırası beklerken sehpa üzerinde duran günü geçmiş, bol reklamlı dergilerin resimlerine bakmaktan ibaret bilgiye olan ilgileri.

İşte bu yüzdendir ki toplumumuz giderek yozlaşıyor, cahilleşiyor.

Çünkü çekirdekten iyi çocuk yetiştirmiyoruz, yetiştiremiyoruz.Okuyan,meraklı çocuklara dönüştüremiyoruz onları...

Araştırma yapmayı bilmiyorlar, bilgi onları meraklandırmıyor çünkü önlerinde her bilgiyi alabileceklerini zannettikleri sanal dünyaları var.

Okumanın önemini vurgulamak isterken siz yazıyı okuyan arkadaşlarıma da sormak isterim,

Her yıl Mart ayı'nın son haftasının "Kütüphane Haftası" olarak kutlandığını biliyor muydunuz?

İşte bu haftada çocuklarınızla olan iletişimizde kitaplara sıklıkla yer vermek adına bir başlangıç yapabileceğinizi düşündüm.

Çocuklarıyla birlikte okuyan, onlarla ilgilenen, sıklıkla kitabevlerini ziyaret eden bilinçli anne babalar için zaten söyleyecek sözüm yok, çocuklarıyla kitap okumayanlar içinse bundan sonra güzel bir adım atarak zararın kıyısından köşesinden dönebilmekte gizli her şey.


Okuma alışkanlığı çocuk yaşta edinilir malumunuz ve bunun için anne babalar çok fazla iş düşüyor.

Çocuklara kitap okuma alışkanlığı kazandırmakla ilgili ilerleyen günlerde bir yazı hazırlamayı ve sizlerle de paylaşmayı düşünüyorum. Ancak o yazıdan önce minik ipuçları verebilirim sizlere.

Çocuklarınıza bolca kitap okumanın ve kitap seçiminde onu bir parça yalnız bırakıp kendi kendine karar vermesini sağlamanızın yanı sıra, sizde o gözlemci miniklere model olarak evde düzenli kitap okuyun lütfen.

Televizyon karşısında saatler geçirip, yatma saati geldiğinde yatağına giden üşengeç anne babalar olmayın, çocuklarınıza o berbat dizileri izletip beyinlerini çürüteceğinize, sürükleyici bir kitap seçin ve okumaya başlayın sakin bir müzik eşliğinde, onu zorlamayın sakın, bekleyin ve görün o da kitabını alıp en rahat koltuğa kurulacaktır.

Televizyonda hayatınızda olacaktır elbet ama çocuklarınızın beynini esir almasına, popüler kültürlerin onu sıradanlaştırmasına izin vermeyin.

Bırakın okusun, sporla uğraşsın, oyun oynasın,sosyalleşsin. Öyle çocuklar biliyorum ve tanıyorum ki daha 7 yaşında bu aralar televizyonda sıklıkla gösterilen ve ona uygun olmayan bir dizinin bağımlısı olmuş...Oradaki kelimeleri konuşmalarının içinde sanki hayatının bir parçasıymışcasına taklit ediyor.Çok komik deyip gülüyor anne babalar..oysa komik değil, çok acı.

Unutmayın onların modeli sizlersiniz, anne babalar ve kardeşleri. Çocuk evde kiminle yaşıyorsa ve ne görürse onu uyguluyor,alışkanlıkları o yönde gelişiyor.

Kitap seçerken çocuğunuzun yaşına uygun, renkli, küçük yaş grupları için bol resimli ve az yazılı kitapları seçmeye özen gösterin. İlkokul çağındakiler içinse mümkün olduğu kadar serisi olan renkli kitapları seçmek onların meraklarını tetikleyerek serideki diğer kitapları da satın almaya, okumaya, biriktirmeye ve giderek okumayı ve kitap satın almayı bir alışkanlık olarak benimsemesine neden olacaktır.


Kitabevlerinin yanısıra bir de kütühaneye de gidin birlikte, (her ne kadar ülkemde kütüphanelerin sayısı az olsa da..her türlü lüksümüz, konforumuz varken mahallelerimizde fırınlardan, markalı kahvecilerden 2'şer 3'er tane varken 1 tane bile kütüphanemiz yoksa...da siz yılmayın sakın.) sakin bir ortamda oturun, okuyun, rahatlayın.


Bu konuyla değil ama kütüphanelerle ilgili çok güzel bir yazı paylaşmak istiyorum sizlerle,bu yazı http://www.birdolapkitap.com/ adresinden alıntı.

Yazının sahibi, aynı zamanda sitenin yaratıcılarından biri olan Banu Hanım.

Kendisinin ellerine sağlık...

Keyifle okuyun lütfen ve okurken de düşünün, neden mahallemizde kütüphanemiz yok? diye.,

Belki de talep etmeliyiz bir yerleden, istemeliyiz, gerçekleştirmeliyiz.


Adım atmalı, en büyüğünden.

---
Şimdi biraz hayal kuralım. Diyelim ki bugün işiniz yok; evde de durmak istemiyorsunuz.

Dışarı çıktığınızda güzel vakit geçireceğiniz bir yere gitmek istiyorsunuz. Nereye? Klimalarla havalandırılan, içine güneş ışığı ve havanın girmesi yasak olan, boş boş gezinen insanlarla tıka basa dolu o iğrenç alışveriş merkezine tıkılmak mı?

Haydi canım!

Şu son yıllarda pek moda olan kahveci dükkanı zincirlerinden birinde, kahve almak için kuyruk beklemek mi? Yok artık! “40 Gün 40 Gece Alışveriş” sloganıyla insanları saçma sapan bir tüketime boğan insanlara inat, kütüphaneye gitmeye ne dersiniz?

Hayal kurmaya devam… Size en yakın kütüphaneye gittiniz. Kapıdan içeri girer girmez bir kitap kokusu sardı sarmaladı sizi.

Şu yan taraftan kahve kokusu da gelmiyor mu?

Bakın, kahveciye gitmeye gerek yokmuş.

Norfolk & Norwich Children's Library / İngiltere Kütüphanede ihtiyacınız olan her şey mevcut. En son çıkan kitaplar, en sevdiğiniz bilim dergisinin tüm sayıları, dünyanın kaynağını sunan internet, birbirinden ilginç filmleriyle şahane bir DVD koleksiyonu, bir de müzik arşivi… Arkadaki ek binanın önüne park etmiş onlarca puset…

Bu kütüphanede bebekler için de bir bölüm var. Merak edip çocuk bölümünün kapısından kafanızı uzatıyorsunuz. Belki sizin ufaklığı da getirirsiniz buraya. O da ne?

Küçük küçük masalar, sandalyeler, yerlerde minderler, minderlerde kitap okuyan bıdıklar… Kitap rafları onların boyuna göre tasarlanmış.

İstedikleri kitaba ulaşabiliyorlar. Bir tarafta oyuncaklar da var. Evet, evet, bir dahaki sefere mutlaka sizin cüceyi de getireceksiniz buraya…

Geri dönüp raflar arasında gezinmeye başlıyorsunuz. Bugün işiniz yok ya… Acaba ne okusanız? Şu hep merak ettiğiniz mimarın yaşamını mı, en sevdiğiniz yazarın son kitabını mı?

Eve giderken üye kaydı yapıp birkaç tane de evde okumak için kitap alsanız ya…

Kitapçılara para mı dayanıyor? Belki bu kütüphane üyeliği sayesinde almak, okumak isteyip de alamadığınız kitapları okuma şansınız olur. "Kütüphanedeki Aslan" Ne güzel hayal, değil mi?

Bir şey itiraf edeyim mi? Ben en son yüksek lisans tezim için taksim Atatürk Kitaplığı’na gitmiştim.

Sonradan tadilat için kapandı, uzun süre kapalı kaldı orası.

Duyduğuma göre çok bir şey değişmemiş. Aradığınız kaynak için saatlerce beklemeniz gerekir, interneti yoktur, o şahane mimarisine rağmen soğuktur, ruhsuzdur. Oysa ben içindeki kitaplar kadar renkli, içindeki, kitaplar kadar dünyayı bana taşıyan, cıvıl cıvıl bir kütüphane istiyorum. Etkinlik mekanları olan bir kütüphane istiyorum.

Kemiklerimi cezalandıran sandalyeler değil, içine gömüleceğim koltuklar istiyorum.

Kitap okuduğumu bana unutturan, beni o kitabın içinde yolculuğa çıkaran bir kütüphane istiyorum. Ben saat 5’te kapanan değil, gece yarısına kadar açık kütüphane istiyorum.

Her insanın kendi yaşadığı ilçede böyle bir kütüphane olsun istiyorum.

Ben çocuklarımızı götürüp binlerce kitabın arasına sokabileceğimiz, onların oyunlar oynayabileceği bir kütüphane istiyorum.

Ben “Kütüphanedeki Aslan”ın gittiği kütüphaneyi istiyorum. Umarım, bir gün olur…

Sizin kütüphane deneyimleriniz nasıl?

Türkiye’deki kütüphanelerle ilgili anılarınız varsa paylaşır mısınız lütfen?

Yurt dışında kütüphaneleri ziyaret etmiş okurlarımız da görüşlerini paylaşırsa çok seviniriz.

En çok da nasıl bir kütüphane istediğinizi merak ediyoruz.

Kütüphaneler Haftanız kutlu olsun!

(bu konudaki 2.yazıma buradan ulaşabilirsiniz.)

28 Mart 2011 Pazartesi

"GDO"


Yazarının kim olduğunu bilmediğim bu güzel yazıyı sizlerle paylaşmak istedim,gerçekten çok keskin ve etkili yazmış...

Etrafımda 12 yaşında gösteren 8 yaşında çocuklar, 14 yaşında ayakları 39 numara olan kızlar, ilköğretim 3.sınıfta adet olan mini mini çocuklar varken, aşırı kilolu, yemek alışkanlıkları fast food ve hep hazır gıda olan, hormonel rahatsızlıkları tavan yapmış,sürekli hasta olan yepyeni nesiller yetiştirirken bu yazıyı paylaşmak iyi olur diye düşündüm.

Anneanneniz öpülesi elleri parçalanırcasına, ovalaya ovalaya tarhana yaparken, siz, “Aman anneanne be, boş versene” deyip, marketten hazır çorba alıyordunuz ya... Anneanne rahmetli oldu ve siz, o tarhananın tarifini annaneden alıp, bir kenara yazmadınız ya...

İşte o nedenle, siz, genetiği değiştirilmiş organizma yemekten kurtulamazsınız maalesef.

Ne verirlerse... . Onu yiyeceksiniz.

Kız evlat yetiştiriyorsunuz, en iyi okullara gönderiyorsunuz.

Piyano çalıyor, İngilizce konuşuyor, Grammy alanları tek tek biliyor. Bilmeli... Ama alt tarafı limon, şeker ve su kullanıp, limonata yapmasını bilmiyor! Yoğurdu çırpıp, ayran yapamıyor, ayran...

İşte o nedenle, kızınız, genetiği değiştirilmiş meşrubat içmeye mahkûm maalesef...

Torunlarınız da, siz zahmet edip sütlaç yapmadığınız için, kek yapmaya üşendiğiniz için, içinde ne olduğunu bilmediğiniz gofretleri, mısır patlaklarını kemiriyor sizin oğlan!

Hamur tutmayı, şöyle mis gibi ıspanaklı bi börek yapıp, çantasına koymayı bilmediğiniz için, hamburger bağımlısı oldu.

Tahin-pekmezi “köylü işi”, vıcık vıcık yağ fışkıran kremaları “modernite” sandığınız için, daha 10 yaşında ayıya döndü, yuvarlana yuvarlana yürüyor, tıkanıyor, merdiven çıkamıyor.

Size zor geliyor ama, zor mu evde yoğurt yapmak?

İstanbul'un güneşi müsait değil, anlarım, zor mudur İzmir'de, Antalya'da, Adana'da evde salça yapmak? Şikâyet edip duruyorsun, içine katkı maddesi konuyor, zorla beyazlatılıyor diye...

İster tam buğday unundan, ister çavdardan, hakikaten zor mudur evde ekmek yapmak?

Bütün ailen kabız... Tonla para verip, abuk sabuk ambalajlı-meyveli saçmalıklardan medet umacağına, niye öğrenmiyorsun kabak tatlısı yapmayı?

Güya, çoluğunu çocuğunu düşünüyorsun, taze taze yesinler diye, pazara gidiyorsun...

Eğri büğrü biberlere, doğal olduğu için tuttuğunda ezilen domateslere ağız burun kıvırıyorsun, hormonlu, tornadan çıkmış gibilerini alıyorsun...

Ne işe yaradı senin pazara gitmen?

Kocanız da, bu satırları okuyup, size akıl verecek şimdi.

Söyleyin ona, ukalalık etmesin, götürün aktara, hatmi çiçeğiyle zencefili birbirinden ayırt etsin, ondan sonra konuşsun!

Enginar, börülce, radika, cibes pişirmekten haberin yok; gazetelerin tiraj almak için kıçından uydurduğu kıçımın uzmanlarından fıldır fıldır brokoli tarifleri öğreniyorsun.

Brüksel lahanası yiyerek mi AB'ye gireceğini sanıyorsun? Çin'den bal getiriyorlar mesela...

Taaa Arjantin'den, Meksika'dan bal getiriyorlar.

Neymiş efendim, içinde genetiği değiştirilmiş organizma olabilirmiş falan.İçinde tavuk ibiği, maymun kulağı olmadığına şükredin! Ben iddia ediyorum... Kaşla göz arasında frankeştayn ürünlere kapıları açan arkadaşlarla, Amerikan çiftçilerinin avukatı profesörlerimiz, sırf karakovan balına sahip çıksa, Şemdinli'de, Pervari'de terör bile azalır, terör bile.

Uzatmayayım. Mutfak genetiğimizi kaybettik biz.

Elin adamı, mısırdan, soyadan, domatesten önce beynimizin DNA'sını değiştirdi! Hurrraaa diye köyden kente göçerken, dışarda tıkınmayı şehirleşme zannettik.

Ambalajlı ürün tüketmeyi, zenginleşme zannettik.

Dolayısıyla, ya kafayı değiştirip, özümüze döneceğiz...

Ya da ne verirlerse onu yiyeceğiz.

25 Mart 2011 Cuma

"Küçük Mutluluk Dersleri Vol.9"



Henüz ufacık bir çocuğuz, birileri sesleniyor içeriden,

- “Çabuk git odanı topla!”

Ardından bir ses geliyor yine,

-“ Yemek hazır, çabuk koş bakkala ekmek al da gel, acele et, çabuk çabuk hadi!”

Yemek bitiyor...

- Çabuk dişlerin fırçala, yarın erken kalkacaksın doğru yatağa, vaktim yok, dinleyemiyorum seni, itiraz da istemiyorum, derhal, koş koş koş...yatağa marş!”

Başımızı yastığa koyar koymaz uykuya dalıp, güzel rüyaların sonunu dahi görmeye izin veremeden saatin ya da annemizin sesiyle uyanıyoruz.

- Çabuk kalk, okula geç kalacaksın, ekmek arası bir şeyler yaptım yolda ye, koş koş..servis kapıda bak korna çalıyor...

Okulda dersler, yetişilmesi gereken ve hayat boyu devam eden sınavlar, gencecik yaşta tüm hayatı etkileyecek olan mesleğinize karar verirken çekilen –sağlıksız eğitim sisteminin getirisi sancılar,sırtınızda her daim taşıdığınız gelecek kaygısı, acele edilen ve sabahında çöpe atılan ilişkiler, evlilikler, henüz hazır olmadan aceleyle dünyaya getitilen çocuklar, maddi sıkıntılar, bitmeyen istekler, anlaşmazlıklar, bir yerlere geç kalmamak için çekilen ağır stresler, kapana kısılmış hissi veren boğucu bir trafik, her şeye rağmen işe geç kalışlar, patronun yetişecek dediği işlerin yetiştirme telaşı, market kapanmadan, eczane kepenkleri indirmeden koşturarak alelacele alışverişi yapabilme düşüncesi, bitmeyen ev işleri, her yeri pırıl pırıl yapmalıyım sonra ne derler diye içinizi kurtların kemirdiği misafir ağırlama telaşları, ertesi gün hayatta olup olmayacağınızı bilmediğiniz halde yaptığınız planlar, kurulan saatler, verilen sözler, uğraşıp didinilen ve sonunda "bu kadar sene nasıl geçti ben nasıl bu kadar yaşlandım ama istediğim hiç bir şeyi elde edemedim, şu halime bir bak!" dediğiniz sıradan, herkes gibi, rutin, sıkıcı kitaplarda yazıldığı gibi öylese bir sırayla gittiği içi yorgunluk dolu, renksiz, soluksuz,boğucu bir hayat...

Peki nedir bu koşturmayı yenmenin yolu?

Bunca telaşın ve o telaşlara kapılırken yaşayamadığımız hayatı kurtarmanın sırrı nerededir?

İçinize bakın, kendinizi tanıyın, ve her şeyden önemlisi bugüne kadarki tüm mutluluk derslerinde nacizene anlatmaya çalıştıklarımı uygularken lütfen biraz “Yavaşlayın”.

Öğle tatilinizde yemekleri aceleyle dizmeyin boğazınıza, bekleyen işler, aranması gereken insanlar, dosyalar masanızda duruyor nasıl olsa, yine yemekten sonra o yığının içine atmayacak mısınız bedeninizi, ruhunuzu?

O halde o yarım saatlik ya da bir saatlik tatilde işten sıyırın kendinizi, okuldaysanız derslerden, evdeyseniz işlerinizden birazcık uzakta kalın..kafanızı boşaltın, ne ile meşgulseniz erteleyin, bırakın beklesin her şey.(demesi kolay patrona söyle, çocuklara söyle, eşime söyle..işler birikiyor yetişmiyor o yemek erken yenecek başka yol yok diyorsanız zaten sizi esir almıştır bu düzen,bu yüzden esas sizin yazının geri kalanını okumanızı istiyorum, madem vaktiniz var biraz kulak verin bana lütfen..)

Yemeğinizi tadını alarak yiyin, her gün aceleyle mideye indirdiğiniz ve gözünüz saate takılı çiğnemeden yuttuğunuz o sandviçin aslında ne kadar lezzetli olduğunun farkına vardınız mı? İçinde fazladan bir de mayonez sosu varmış, daha önce diliniz o lezzeti algılamış mıydı? Hiç sanmam..saate bakarak, aceleyle, çarpıntıyla ya da iş yerinde o saate kadar olan stresleri arkadaşlarınızla sinirle paylaşıp dert yanarak yediğiniz hiç bir şeyin lezzetini alamazsınız...

Yemek yerken yavaşladınız, saatinizi unuttunuz bir köşede, işle ilgili de konuşmadınız, bence çok daha huzurlu oldu bu!

Peki trafikte yavaşlamayı düşündünüz mü? Hele de havalar ısnırıken, o güzelim güneşli sabah başlangıçlarını arabalara tıkılarak mı geçirmek niyetindesiniz? Gülümsemeyin canım, trafikte yavaş gidin anlamında demiyorum, 10 dakikanın sabah trafiğinde ne kadar önemi olduğunu biliyorum, o halde 10 dakika erken çıkın ve erken gidin işinize, belki işyerinin yanındaki parkta güzel bir kahvaltı edersiniz ya da gazetenizi internet üzerinde değil de açık havada okumak istersiniz, biraz durup yeni yeni etrafı ısıtan güneşi izleyin, temiz havayı içinize çekin, civarda kısa bir yürüyüş yapın. Ama bunları yaparken aklınızda biraz sonra gideceğiniz işin stresi olmasın sadece o an yürüdüğünüz o yola konsantre olun ya da izlediğiniz manzaraya ya da kahvaltınıza.

Yemek yerken, yoldayken yavaşladık, telefon konuşmalarını atma imkanınız var mı peki hayatınızdan? Parmaklarımıza ve kulaklarımıza yapışık telefonlardan kurtulabilir miyiz sizce? Zor mu? O halde bir kulaklık alın lütfen kendinize, beyninizi radyasyonla doldurmayın ev çocuklarınızın eline telefonlarınızı oyun oynasın diye vermeyin lütfen.Minicik bünyelerini zehirlemeyin..
Sağlıklı bir gelecek istiyorsanız yavaşlamanın dışında zararlı olan temel materyalleri de ufak ufak çıkarlamalısınız hayatınızdan.

İşinize her gün aynı yoldan gitmeyin, evinize de her gün aynı yoldan dönmeyin, yeni yerler keşfedin, yeni kafeler, yeni parklar,alışverişte zevkinizi hitap eden butikler mesela..gezinin, kafanızın içini boşaltmaya çalışın, adımlarınızı yavaşlatın. Acele etmekten her yere koşarak gittiğimizi fark ediyorsunuzdur. Sakinleşin, adımlarınız küçük ve yavaş olsun.

Bir de yürürken etrafınıza ve insanların gözlerinin içine bakın olur mu? İletişim kurmayı deneyin,ailenizle,dostlarınızla,hiç tanımadıklarınızla..yeni insanlar tanıyın, yeni hikayeler dinleyin,gelişirsiniz,büyürsünüz,belki halinize de şükretmeniz için sebepler çıkar karşınıza o hikayeleri duyduktan sonra.


Konuşmadan önce mutlaka düşünmeyi deneyin, düşünürseniz kafanızın içindekilerini daha sakin bir şekilde dökersiniz kelimelere, aksi halde konuşur da konuşursunuz,sonuçta da yoruldukça yorulursunuz..kırarsınız, çok yanlış anlaşılma yaşarsınız..bu yüzden geliştirin kendinizi..
her gün öğrenmeye bakın, bolca okuyun, bolca dinleyin, bolca gözlemleyin.

İş çıkışlarınızda a noktasından b noktasına gidiş yapmayın, arkadaşlarla bir yemek, bir sinema, bir tiyatro, hiç olmadı açık havada denizi izlerken kulağınızda hoş bir şeyler çalsın, ruhunuzu dinlendirin, hayal kurun, hayal kurmaktan korkmayın, nasılsa gerçekleşmez diye kendinizi umutsuzluğa kaptırmayın.

Bütçem yok ama benim demeyin.Uygun fiyatlı yemek yerleri,uygun tiyatrolar,ücretsiz etkinlikler de var, onları takip edin,kendinize göre olanları seçin, bahaneler uydurmayın,ertelemeyin.


Yemek yerken, yürürken, konuşurken sakinleşmeyi kendinize adet edinin, hıza kaptırmışsanız kendinizi durup bir kaç saniye düşünün lütfen. Derin nefesler alın, gözlerinizi kapatın, bir kaç dakikayı daima kendinize ayırın.

Kolay değil biliyorum, hele ki alışkanlıklarınız ve düzen sizi esir almışsa hiç kolay değil ama denemeye değer değil mi? Evet, her zaman söylediğim gibi mutlaka denemeye değer...

2 sene önce yazdığım yazılardaki sürekli hasta, sürekli gergin ve mutsuz ful yapraklarını tanırken siz, eğer son zamanlarda kendimi keşfimden sonra yazdığım yazıları da zevkle okuyorsanız ve farkını görüyorsanız biraz bana kulak verin lütfen, madem ben bu tekniklerle yeniden kendimi buldum, buradan beni okuyan herkese de faydam dokunsun istiyorum.


Hastalıklar, yanlış yollar, üzüntüler, ayrlıklar..Tüm bu yaşananları iyiye ve güzele doğru dönüştürebilmeyi biyo enerji ve yaşama bakış açısını düzeltmekle sağladığımı da söylemekte hiç sakınca görmüyorum.



Tavsiye ettiklerim ve uygulamalar sonucu hayata bakışınızın değişmesi adına önünüzdeki en iyi örnek ben olayım.


Ve sizden ricam, "Mutluluk Derslerini" uygulamasını düşündüğünüz herkese de tavsiye edin lütfen.
Ne kadar fazla kişi 1-2 satır da olsa bir şeyler okur ve kendini olumlu yönde değiştirebilmek adına bir adım atarsa ben kendimi o kadar iyi hissedeceğim- ki bana gelen maillerden iyi yolda olduğumu anlayarak kendime olan güvenimi tazeliyorum.

O halde yavaşlamaya başlayın bakalım, sadece biraz gayret gerekiyor, gerisi kendiliğinden gelir, yeter ki siz inanın değişebileceğinize...



14 Mart 2011 Pazartesi

"Aradığınız kişiye şu anda ulaşılamıyor lütfen daha sonra tekrar deneyin!"

Hayatımda en çok koşturduğum dönemler de neymiş! Şu anki koşturmacanın yanında hiç bir şey kalır inanın.
Evlenmek ne kadar da zor bir işmiş...
Gelinlik provaları, aksesuarlar,alyans seçimi, mobilyaya karar vermek, ev arayışı, davetiyeler, beyaz eşya, bir sürü mini mini detay, perdeler, mutfak eşyaları, davetiyeler,düğündeki menü ne oalcak soruları, balayı için otel ayarlamak...

Bunlardan çoğunu yapamadık henüz, her şey yavaş yavaş ilerliyor, aslında bence en doğrusu da bu.

Benden 1 hafta önce evlenecek olan bir arkadaşım herşeyi bitirmiş bile, balayına gidecekleri otel dahil, uçak biletleri vs, her şey tamam. Çeyizi, gelinliği, ayakkabısı, havludan iğneye ipliğe, tencere tavadan perdelerine kadar ayarlamış,almış her şeyi. Onunla konuştuktan sonra epey moralim bozuldu ne yalan söyleyeyim, tempoyu hızlandırmalı yoksa yetişmez diyerek kendimi biraz daha hızlandırdım ama bu sefer de vücudum yorgunluğa dayanamadı.
Bir yandan belimdeki düzleşme nedeniyle kasılan bacak kaslarım yüzünden bir haftayı topallayarak ve sinirden ağlayarak geçirirken, diğer yanda üstüne bir de nezle olmayı da başararak, karlı ve soğuk havaların da etkisiyle bunalım bir haftayı geride bıraktım.

Hazırlıklar bir yanda dursun, onun dışında
bazı insanlara karşı söylemek istediğim ama içimde biriktirdiğim şeyler var, mesela ruhsuzluğu had safhada bünyesine takviye etmiş tiplere özel bir kitap yazmak istiyorum.
Nasıl yabanilikten kurtulurum?
Nasıl insan olunur?
Beni ben yapan nedir?
Görgü kurallarını bir öğrenebilsem..gibi ana başlıkları olabilir kitabın içeriğinde.

Her sabah servise binip yanıma oturan ama bir günaydını dahi çok görüp tüm arka sıralara günaydın diyerek niyetini belli eden cadıya öpücüklerimi (!) göndermek istiyorum mesela,

sonra ofisime girip de toplantının ortasında yanıma gelip "biz bu odada çalışacaktık" diyen, günaydın'ın ne işe yaradığından bi haber aksi hatuna ayrıca bir demet çiçek yollamak(!) istiyorum. Ayrıca sorumluluk duygusundan yoksun olan, elinde kaşıkla çocuğun peşinde mama veren anne gibi peşinden koşturmak zorunda kaldığım, her işi 50 kez hatırlattığınız tiplere de kucak dolusu sevgilerimi (!) sunuyorum.

Minibüsleri nefessizlikten bayıltacak kadar tıka basa dolduranlara, asansörün içini ter kokutanlara, ağzında yemek varken ısrarla ağzını aça aça konuşarak menüyü sindirmeden görmemizi sağlayanlara, parası olup görgüsü olmayanlara, sağlığı gücü yerinde olup da tek işi dedikodu yapmak olanlara müthiş bir antipati duyuyorum bu aralar.


Bu haftasonu bir pizzacıya gittim, sınırsız menüleri var malum, neredeyse her masa bu menüden yiyor ama israfın boyutları korkutucu derecede..

Oturdum, orada olduğum 1 saat boyunca her masayı gözlemledim, neredeyse herkes 2 ya da 3 dilim pizzayı tabağına alıyor, kenarlarını ayıklıyor, bir fare gibi ucunu kemiriyor, sonra o dilimi kenara bırakıp kalkıyor ve 2 dilim pizza daha alıyor. Masadan kalktıklarında ortada kocaman bir yığın kemirilmiş pizza bırakıyorlar ardlarında.

Ziyankarlık ve yükü ağır bir bencillik değil mi bu?


O sıcacık peynirli dilimleri hayatı boyunca yiyemeyen çocuklar bir adım ötede dururken, insan nasıl olurda bu kadar duyarsız olabilir?


Paylaşımdan yoksun olmak, hayatta kalmanın birinci kuralı oluyor artık büyük şehirlerde.

Tüm bu olan bitenleri kaygıyla izliyorum, bir değneğim olsa da tek tek tüm bu insanlara o aç çocukları, aç insanları, kuru bayat ekmeği suya batırarak karnını doyurmak zorunda kalan aileleri gösterebilsem.

Bu konuda pizza firmasına bir mail atacağım, bu ziyan olan pizzaları ne yaptıklarını çok merak ediyorum inanın, umarım doğru yerlere gidiyordur...


Yazdıklarımdan da anlaşılacağı üzere bu aralar olduğumdan daha gergin, daha karışık ve daha hassasım. Hayatı değişen genç bir kadından başka bir şey beklenemez sanırım :)


Onca hazırlık nedeniyle yorgun ama mutlu,biraz karışık,yıpranan bedeni ve sinirleri onu biraz gergin yapan,ama tüm bunlara rağmen bütün bir pazar güneşin altında kedi gibi yatıp yuvarlanmış ve havalar düzeldi diye babet giyineceğine bir ilkokul çocuğu gibi sevinen bir ful'um ben.


Baharın kendini hissettirmeye başladığı bugünlerde, güneşiniz bol, cebinizin durumu ne olursa olsun gönlünüz hep paylaşımcı ve bonkör olsun.


3 Mart 2011 Perşembe

"Bloguma Dokunma!"

Her gün aşağı yukarı ulaştığım kişi sayısı %50'den fazla düştü.
Hiç tanımadığım insanlar beni, düşüncelerimi okuyorlardı, yorumluyorduk, tartışıyorduk.
Sabahları pek çok site gezip pek çok insanın dünyasının kapılarını aralıyordum, yeni şeyler öğreniyordum, müziği sanatı ve bir sürü aktiviteyi takip ediyordum.
Bir de baktım ki yasaklanmış tüm blog siteleri!
Milyonlarca insanın yıllardır emek verip de bir şeyler paylaştığı, özenle tasarlayıp hazırladıkları sayfalara tek kararla ulaşım engellenmiş.

İnsanların yazmak ve okumak faaliyetlerini sürdürmelerinin, yeni birikimlere ulaşmanın, öğrenmenin, bilgilenmenin hangi kısmı hatalı, neresi yanlış ve birilerine zarar veriyor da yasaklandı anlayamadım?

Düşünmek, yazmak, konuşmak, tartışmak, okumak...

Bunlar insanları geliştirir, ileriye götürür,yasaklar ise geriye..

Biz nereye gidiyoruz peki?


Taş devrine doğru ilerliyoruz, son sürat, yolumuz dümdüz, ne viraj var ne tümsek. Bir kaç tane varsa onlar da anında yok ediliyor zaten.


Bu hızla gidersek 1-2 seneye kendimizi en ilkel toplumlarla aynı seviyede bulabiliriz.


60 katlı binalarda oturmak, uzaktan kumandayla pencerenin perdesini açmak,lüks içinde yaşamak, her türlü teknolojini en son imkanlarını parayı bastırıp da satın alabilme kolaylığı değildir modernlik ve çağdaşlık!


Özgür düşünebilmek ve en az o özgürlük kadar da kendini ifade edebilmekle başlar her şey, yeniliklere açık olmak, değişmenin değişmez tek gerçek olduğunu kabul etmekle başlar ilerlemek, gelişmek.


Ben içmiyorum kimse içmesin, ben yemiyorum kimse yemesin, ben okumuyorum kimse okumasın, ben araştırmıyorum kimse araştırmasın, ben izlemiyorum kimse izlemesin, ben sevmiyorum kimse sevmesin diyerek tek tip, boş boş bakan, yalnızca televizyon kültürünün esiri olmuş bireylere dönüşüyoruz.


Bir an önce bu yasağın kaldırılmasını,eskisi gibi çok fazla kişiye ulaşmayı ve alışkanlık haline geldiği üzere her gün düzenli olarak blogları merak etmeyi, keşfetmeyi, okumayı ümit ediyorum.



EMEĞE SAYGI

Internet-Gazete-Dergi ve her türlü basılı yayın için geçerlidir : Yazılarımdan ismim ve adresim link gösterilmek suretiyle alıntı yapılabilir. İzinsiz emek hırsızlığı durumunda hakkımı "hukuki çerçevede" sonuna kadar arayacağıma emin olabilirsiniz.Emeğe saygı gösterdiğiniz için teşekkürler!