Fotoğrafım
Türkiye
Bir zamanlar ful yaprakları adında bir çiçek kız vardı.Saçları tuhaftı.Bir tutamı domates kırmızısı,perçemleri havuç rengi,kalanlarsa ahududu şerbeti gibi kızıldı.Pembe gözlükleriyle dünyayı ve insanları koşulsuz sevmeye kararlıydı ama gerçekleri görmesi zaman almadı.Canını yakanlardan kurtulmayı denedi, doğrulup toparlandı,gözyaşlarını sildi ve aynaya baktı. Gülümseyerek kendine bir söz verdi.Çiçek kızın hayattaki serüveni her daim taptaze ve rengarenk olacaktı... İletişim : fulyapraklari@hotmail.com

değer verenler

31 Aralık 2008 Çarşamba

"oh be içim rahatladı!"

Hani "benim bir dostum vardı" yazımda bahsettiğim vicdansız kişilik vardı ya, bugün bir yılbaşı tebrik maili geldi bana ve orada forward kısmında onun adresi gözüme çarptı.
Dayanamadım, şeytan dürttü beni, benden gelen bir şeyi okumuyor ya, iş aradığını da biliyordum.
Gittim başka bir email adresi aldım, adres de "...insan kaynakları" ile başlıyor açıklamasını yazacağım.
Sonra bunun mail adresine hiç düzeltmeden direk içinden geçen bir şeyleri yazdım ve gönderdim. Konu olarak da "iş başvurunuz" dedim ki kesinlikle açıp okuyacaktır.İlk başta iş başvurusu cevabı gibi görünen bu mail onu epey kızdıracak gibi, neyapayım dayanamadım :))
İşte mailim:
Tebrikler!
DTİ İnsan kaynaklarına ulaşan başvurunuz kabul edildi.
Sizi bize bir denek'iniz önerdi.
Sizin için en uygun pozisyonu seçtiğimizden emin olabilirsiniz.
Siz firmamızda genel müdürlük kariyerine layıksınız, çünkü işinizde çok başarılısınız!
Hatta size kaynak sağlamayı düşünüyoruz ki, kendi firmanızı kurabilesiniz.
Ne dersiniz? İnsanları kullanıp atmak, onları paçavra gibi bir kenara atmak nasıl bir duygu?
Siz bunu başaranlardansınız, başarıp da rahat uyku uyuyanlardansınız, vicdanını çoktan çöpe atmışlardansınız!
Bu nedenle firmamızın genel müdürlük görevine sizi çağırıyoruz!
Pazartesi gelin ve başlayın, kobay olarak kullanacağınız insanlar seçildi:En temiz, en iyi niyetli ve saf olanları seçtik ki kolay kandırabilesiniz diye!
(Daha önce kullanıp attığınız denek insanlardan bazılarıyla konuştuk, sizi çoktan unutmuşlar, yalnız forward olarak gönderilen bir mailde adresinizi görünce akıllarına gelmişsini de sizi bize tavsiye etmeyi uygun görmüşler.)
Pazartesi firmamıza bekliyoruz, daha fazla kullanıp atacağınız ve hayatlarıyla oynayacağınız insanlar bulmanız dileklerimizle,
DTİ İnsan Kaynakları Firması (Dostlarını Terkeden İnsanlar)
***
İyi ya da kötü, yaptığım doğru ya da yanlış, ya da çocukça bekli, ben sadece vicdanımı rahatlattığım için çok memnunum, çünkü bugüne kadar yazdıklarım okunmadı, konuştuklaırm dinlenmedi,aramalarıma cevap verilmedi.En azından bunu okuyacağını biliyorum ve biraz da olsa içi acısa benim için yeterlidir. Ben onu unutmuştum taa ki o adresler arasında ismini görene kadar. Şimdi ise mailimi yazdım ve yine unuttum.
Birilerinin onun bu durumuyla dalga geçmesi gerekiyordu ve bana kendimi aptal gibi hissettirdiği için bunu yazdım, pişman değilim :)
NOT : Patates çuvalını çoktan bıraktım, bugün sadece o bıraktığım çuvaldan bir patatesi aldım, biraz dolaştık ama bana ağırlık yapmasına fırsat vermeden çuvala gönderdim :)

30 Aralık 2008 Salı

"Affetmek"

Geçmişte ve şimdiki zamanda beni üzen, kıran ve gelecekte de üzecekler için bir karar alsam mı bugün?Affetmeli miyim affetmemeli mi?
Affetmek ruhumuzu büyük bir külfetten kurtaracaktır orası kesin, ancak herkes ve her şey affedilebilir mi?
Bu konuyla ilgili bilindik ama bir kere daha okunabilecek kısa bir yazı geçti elime;

Bir lise öğretmeni bir gün derste öğrencilerine bir teklifte bulunur:"Bir hayat deneyimine katılmak ister misiniz?" Öğrenciler çok sevdikleri hocalarının bu teklifini tereddütsüz kabul ederler. "O zaman" der öğretmen. "Bundan sonra ne dersem yapacağınıza da söz verin" Öğrenciler bunu da yaparlar. "Şimdi yarınki ödevinize hazır olun. Yarın hepiniz birer plastik torba ve beşer kilo patates getireceksiniz!" Öğrenciler , bu işten pek bir şey anlamamışlardır. Ama ertesi sabah hepsinin sıralarının üzerinde patatesler ve torbalar hazırdır. Kendisine meraklı gözlerle bakan öğrencilerine şöyle der öğretmen: "Şimdi, bugüne dek affetmeyi reddettiğiniz her kişi için bir patates alın, o kişinin adını o patatesin üzerine yazıp torbanın içine koyun." Bazı öğrenciler torbalarına üçer-beşer tane patates koyarken, bazılarının torbası neredeyse ağzına kadar dolmuştur. Öğretmen, kendisine "Peki şimdi ne olacak?" der gibi bakan öğrencilerine ikinci açıklamasını yapar: "Bir hafta boyunca nereye giderseniz gidin, bu torbaları yanınızda taşıyacaksınız. Yattığınız yatakta, bindiğiniz otobüste, okuldayken sıranızın üstünde? hep yanınızda olacaklar." Aradan bir hafta geçmiştir. Hocaları sınıfa girer girmez, denileni yapmış olan öğrenciler şikayete başlarlar: "Hocam, bu kadar ağır torbayı her yere taşımak çok zor." "Hocam, patatesler kokmaya başladı. Vallahi, insanlar tuhaf bakıyorlar bana artık. Hem sıkıldık, hem yorulduk?" Öğretmen gülümseyerek öğrencilerine şu dersi verir: "Görüyorsunuz ki, affetmeyerek asıl kendimizi cezalandırıyoruz. Kendimizi ruhumuzda ağır yükler taşımaya mahkum ediyoruz. Affetmeyi karşımızdaki kişiye bir ihsan olarak düşünüyoruz, halbuki affetmek en başta kendimize yaptığımız bir iyiliktir.
Peki ... "Yapılan her şey affedilir mi?"


29 Aralık 2008 Pazartesi

"Yılbaşı partileri başlıyor..."

Geçen sene rahatsızlığım ve taşınma hazırlıkları derken yılbaşı ağacını kuramamıştım.
Bu sene şükürler olsun ki iyileştim, sadece 1 seneyi aşan uzun ilaç tedavisinin mideme yan etkileri hala geçmedi. Bir ay iyiyim bir ay midem berbat...Olsun buna da şükür! Bu yazıda kötü şeylerden bahsetmeyeceğim,bu başlı başına bir mutluluk yazısı olmalı. Şükrediyorum Allah'a, çünkü geçtiğimiz sene ağır bir hastalık geçiriyordum, 27 yıllık hayatımın en zor günleriydi. Hastalık psikolojisini gördüm, yaşadım, sadece hastalığın verdiği zorluk değil aynı zamanda o psikolojiyle baş etmek de çok zor. Sağlam olmalısınız ve her şeye rağmen ayakta! Şükürler olsun ki bu sene sapasağlamım, ben öyle gribi, mide ağrısını, kol bacak ağrısını hastalıktan saymıyorum yaşadıklarımdan sonra...2 hap içersiniz geçer, dikkat edersiniz hafifler öyle değil mi :)
Bu akşam çalıştığım iş yerinde yılbaşı kutlaması var. Hoş daha yeni başladığım için yüzeysel tanıyorum insanları ve bu yüzden pek keyif alacağımı da sanmıyorum ama olsun. Yemek, müzik ve ortam bile beni mutlu edebilir diye düşünüyorum.
Gerçekten de bir çok yerde çalıştım, kendime uygun birilerini bulduğumda 1 ayı geçmez çok iyi arkadaş olabilirim ve çalışmak biraz daha zevkli hale gelebilir böylece, ama burada kimse yok.Herkes çok resmi, suratsız, kendi halinde, bir de çok değişkenler.Bir gün gülüp, konuşup ertesi gün suratınıza bakmıyorlar mesela. İlginç şeyler yaşıyorum bu nedenle genelde tek başımayım ama umudum var belki yakın zamanlarda kafa dengi birileri gelir. Şimdi kafa dengi arkadşlar olsa ne eğlenirdik bu gece!
Yarın akşam da evde minik bir kutlama yapacağız, aile arasında. Güzel bir yemek, hediyeler vs. Güzel yemek diyorum ama öyle hazımsızlık ve bulantı çekiyorum ki bu aralar, bakalım o yemek zehir olmaz inşallah...
Sonra aileme aldığım hediyeyi vereceğim,ne mi aldım:) "Süpriiiiizz".Ama burda söylemekte bir sakınca yok heralde, çok güzel bir oyuna tiyatro bileti aldım. Bu hediye biraz gelenekselleşmiştir aslında.Ben tiyatroya çok sık giderim,mesela ayda 3-4 oyun olur bazen. Bu nedenle bir çok oyun görürüm ve çok beğendiklerime 2. kez de giderim. Mesela bu oyun 2.kez olacak benim için ve çok zor bilet bulabildiğim için 2 kat keyifle izleyeceğim.Sağlığım yerinde olursa inşallah:) (hastalıktan sonra hep inşallah maşallah, sağlık olsun gerisi boş diye dolaşıyorum etrafta)
Yılbaşı gecesi de amcamlara gidecekmişiz, aile arasında olmayı seviyorum ben, gürültüye patırtıya gelemiyorum. Öyle insanlar var ki leopar desenli elbiselerini giyip 2 saat kuaförde saç yaptırıp bir ton makyaj ve allı pullu kıyafetlerle kopmaya gidiyorlar(onların değimiyle!) Ben bir arada olmayı seviyorum, sohbet etmek, eğlenmek ya da iyi vakit geçirmek illa ki 3 vokta-portakal devirip tepindiğinizde olmuyor inanın bana :)
O dönemlerden de geçtim çok şükür, ama şimdi böylesi daha iyi bence, galiba yaşlanıyorum, bir köşede caz eşliğinde dans bile edebilirim. (caz yaşlı müziği değil asla, eğlence için de içim geçmedi ama bu aralar diyorum ya daha cool bir biçime büründüm galiba!)
Şimdilik önümüzde 2 gün var, ama bu geceyi de merak etmiyor değilim. Bakalım bu geceki partide neler olacak?
Yarın sizlerle de paylaşmayı umuyorum :)

26 Aralık 2008 Cuma

"Dilekler dilekler dilekler..."


Sihirli bir lambadan çıkan bir cinim yok, bir dilek perim de...
Ama sağlığım, zekam, aklım, mantığım ve inancım var.
Bir de bunlara şans faktörünü eklersek eminim her şey çok daha güzel olacak.
Yukarıdaki poster bir yılbaşı postası eşliğinde düştü mail kutuma,
çok da beğendim ve sizlerle paylaşmak istedim.
Tüm bu özeliklere sahip olacağımız bir yıl diliyorum!

25 Aralık 2008 Perşembe

"benim bir dostum vardı..."


Sadece sevgililerimiz terk etmiyor bizi, dostlarımız, arkadaşlarımız da pekala arkalarına bakmadan gidebiliyorlar.Yani terk edilmek aşk ilişkilerine özgü bir şey değil, her an her koşulda başınıza gelebilir.Genelde zor günlerde olur ama zor günlerin terk edenleri arkadaşlardır çoğunlukla.Dostlar pek bırakmazlar...en azından bırakmazlar diye bilirdik.
Bundan aylar önce bir olay yaşadım, bu arkadaşlık ya da dostluk ilişkileri açısından ibretlik bir şey bence, pek yüzleşmek istemiyordum ama bugün yazıp anlatmaya, rahatlamaya ve çoktan unuttuğumu görerek mutlu olmaya karar verdim.
Lütfen yazıyı bitirdiğinizde yorumlarını esirgemeyin, benim bu olayın içinde olmam bazı yönlerini göremememe neden olabilir.Dışardan bakıyorsanız her zaman daha iyi görürsünüz, bu yüzden düşüncelerinizi benimle paylaşın lütfen.
Dostluk benim için çok önemli bir kavramdır, hele ki benim gibi bir tek çocuk için eksik kardeş yerine geçer.Bir elmanın hep ikinci yarısını aramışımdır, herkesi o yarıya koymaya çalışmışımdır, kimi pek bi iğreti durmuştur, kimi oturmuştur, kimi de oturdu gibi görünmüştür ama arkası boşluktur. Sanırım yaşadığım şeyler son benzetmeye daha çok uyuyor.
Bundan 3 sene önce aynı iş yerinde bir kızla tanıştım, çok sakin, iyi niyetli, kafa dengi birine benziyordu. Zaman zaman benim departmanıma gelip beni ziyaret ediyor, sohbet ediyorduk.Sonra daha da iyi anlaştığımızı fark edince öğle yemeklerine de birlikte çıkmaya başladık, arada telefonla konuşuyorduk, işyerinde bizi kızdıran ya da üzen olaylarda ahizeyi kaldırıp derman arıyorduk. Sonra birbirimizle daha çok şey paylaşmaya başladık, ordan burdan derken aramızda bazı benzerlikler gördük, aynı üniversitenin aynı fakültesinden mezun olmuşuz, ortak tanıdıklarımız varmış meğer.O sıralar benim sancılı bir ilişkim vardı, sürekli kavga gürültü yaşıyordum, iyice dibe vurmuştum, hep içeyim unutayım kurtulayım diyordum.Ne onunla ne de onsuz oluyordu sanki, sonunsa kesip attım.Kesip attım ama faturası ağır geldi tabii, bu dönemde beni çok dinledi, bana yardım etti, biz iyiden iyiye dost olduk.Yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmiyordu, bütün gün işyerinde birlikteydik, akşam da evlerimiz yakın olduğundan beraber dönüyorduk.Yaklaşık 2 saat trafikte kaldığımız için günde en az 12 saatlik bir mesaimiz vardı.
Yorgunluğumuz sohbetle bölünüyordu.İşyerindeyken onun katına çıkıyor, balkonda sigara içiyor(o zaman kullanıyordum) iki laf ediyorduk. Arada düşünüyordum "ben mi çok sık geliyorum yoksa o pek gelmiyor mu yanıma?".Sonra unutuyordum, yok canım ne alakası var, arkadaşız biz işte, ne önemi var, çetele mi tutacağız? Sonraları arada yine fark etmeye başladım ki iş dışında görüşmek istediğimde "işim var, başka zaman, ben de çok istiyorum ama işte olmuyor, ben meşgulüm işlerim var.."cümleleriyle karşılaşıyordum.Yine de devam ediyordu her şey, ben içimi ona açıyordum, evime çağırıp soframı onunla paylaşıyordum, o beni 2 kere erkek arkadaşı ve erkek arkadaşının en iyi arkadaşıyla tanıştırmıştı(ilerleyen paragraflarda karşılaşacağımız kişi "M") bir yerlerde bira içmiş sohbet etmiştik.Ama o kadar oldu, ben ne zaman görüşelim desem bir bahane uyduruyordu, ben de onu öyle kabullenmiştim, netice dostumdu o kadar yakındık ki başım sıkışsa onu arıyordum.İş yerinden her ikimizde ayrılıp farklı yönlere sapsak da telefonlaşıyorduk, görüşme azdı ama yine de ben içimi ona açmaya onunla konuşmaya ve dostum olarak onun iyi niyetini düşünüp onu sevmeye alışmıştım.
3 yılı geçmişti dostluğumuz, artık birbirimiz çok iyi tanıyor ve güveniyorduk. Onun genelde işleri olduğu için o ne zaman isterse o zaman görüşüyorduk, bu durum beni biraz endişelendirse de görüştüğümüzdeki sıcak tavrı bu endişenin yersiz olduğunu gösteriyordu.Biz iki iyi dosttuk ve çok iyi vakit geçiriyorduk!
Bir gün çok kötü bir olay yaşadım, için sıkıldı, ruhum daraldı o an boğulacak gibi oldum.Hemen telefona sarıldım neredeysen geleyim ben iyi değilim demek için. "açmadı" ,bir kere daha aradım açan yok, bir kere daha...
...duymamıştır dedim, belki de bir yerlerdedir, dışardadır."Gerçi 10 gündür beni aramıyordu ama yoğundur..." dedim kendi kendime.
Aramalarımı görmemesi imkansızdı ama geri dönmüyordu işte, ben de mesaj yolladım, "bir mesaj, iki mesaj, üç, dört, beş... on mesaj" iki gündür ses seda çıkmıyordu, evini aradığımda kimse cevap vermiyordu. Endişelenmiştim, telefonunu açmıyorsa ve evde de yoklarsa muhtemelen annesine bir şey olmuş olabilirdi, annesi şeker hastasıydı. Kaygılandım, aklım onda, nerede, ne yapar? Maddi durumu kötü, acaba annesi hastanede mi? Paraya ihtiyacı varsa söylemez de, nasıl yardım etsem diye...Böyle 10 gün geçti, aramalarım yanıtsız kaldı. Ne yapsam ne etsem diye düşündüm, bana gelmişti ama beni evine hiç davet etmemişti, bu nedenle nerede oturduğunu bilemiyordum, bilsem evine gidecektim, ablasının numarası ben de yoktu. Ben de eski işyerinden samimiyetim olmayan ama ortak arkadaşımız olan birini aradım ve sordum, sırra kadem bastı başına bir şey gelmesinden endişe ediyorum dedim.Biz 10 gün önce konuştuk canı sıkkındı ama telefonu açtı dedi.
"biraz soğuk mu oldu burası? Yoksa ben mi üşümeye başladım?Demek açmış telefonu..."
Bana haber vereceğini söyleyip kapattı telefonu, ardından mesajla cevap geldi, "o, iyi, konuştuk sadece biraz canı sıkkındı o kadar.bir de yoğunmuş, sana geri dönecek vakti olmamış."
"yok yok burası gerçekten soğuk, ne yapsam bir hırka mı alsam üzerime?"
Benimle konuşmak istemediğini anladım, oysa hiç bir sebep yoktu, ben neler yaşamıştım ama yine de ona sarılabiliyordum, o ise umursamıyordu, kaçmak saklanmak istiyordu. Bir mesaj geldi sonra , ondandı!nihayet dedim, sonra anladım ki "son" olacaktı. Ben yoğunum diyordu, biraz da kendi kendime kalmaya ihtiyacım var.sana iyigünler!
"yok ya soğuk değil, birden sıcak oldu burası, kan beynime mi hücum etti ne! ne demek bu? ben bu kadar mı değersizim? 3 yıllık dostluğu böyle bitirebileceğini mi sanıyor bu"
Geçtim bilgisayarın başına o güne kadar ki tüm merakımı, kırgınlığımı, kızgınlığımı, öfkemi, yaptığı bencilliği, dostum olduğunu zannettiğim başı her sıkıştığında yanında olduğum halde benim en ihtiyacım olduğunda bana sırt çevirmesini....her şeyi yazdım, içimdeki her şeyi kustum, ve bir mesaj attım, mail adresine bakması için.
Yok, eğer merak ediyorsanız cevap gelmedi.
İşin özü o günden beri bunu kaldıramadığım için ara ara hep mesaj attım ona, zor durumdaysa ya da başına bir şey geldiyse her şeye rağmen yanında olduğunu yazdım, hastalık ya da başka bir durum varsa açıklama yapmasına gerek olmadığını ama maddi-manevi destek olabileceğimi hissettirdim, motive etmeye iyileştirmeye yeniden kurmaya çalıştım.
"Tek bir cevap bile gelmedi..."
Sonra beni tanıştırdığı erkek arkadaşının en yakın arkadaşına ulaştım, (hani şu ilk paragraflarda yazdığım), adı "M"uzun bir mail yazdım M'ye,
Devamında beni aradı ve okuduklarıma inanamadım dedi,
Meğerse M'nin de tam 15 senelik dostu olan O şahsın erkek arkadaşı da onu aramıyormuş...
Aniden silmiş, bana olduğu gibi olmuş...Telefonlara cevap vermemiş, mesajları görmezden gelmiş...Oysa 15 senelik bir dostluk varmış ortada, bir günde diyor pat bitmiş her şey.
Sonra onu ve benim ismi lazım olmayan şahsı defalarca eskiden gittikleri kafelerde görmüş,
"görmezden gelmişler, konuşmak için yanına gitmiş, tanımamışlar, ağızlarını burunlarını dağıtmak istemiş yaptırmamışlar..."
Bu uzun yaşanmış hikayenin ana fikri, ben dostum sandığım kişi tarafından tek edildim,ve o kişinin de erkek arkadaşı 15 yıllık çocukluk arkadaşını terk etti.
Tarikata mı girdiler yoksa başka bir yaşam biçimi mi belirlediler bilemiyorum ama biliyoruz ki şu an "Yaşıyorlar, sağlıklılar ve duyumlarımıza göre pek de neşeliler..."
İlk başta çok üzülmüş ve kırılmış olsam da,sebebini bilememek beni deli etse de, artık unuttum ve önemsemiyorum.
Derler ya en büyük ceza unutmaktır, aynen öyle.
Evinizi sofranızı açtığınız, yemeğinizi paylaştığınız, her anında destek olduğunuz yediğiniz içtiğiniz ayrı gitmeyen bu insanlar gün geliyor arkalarına bakmadan çekip gidiyorlar, bir de o güzelim kedilere nankör derler hiç de değil.
Kediler asla nankör olmadılar, insanlar kadar...

"Alooooo"

Esiri olduk, bu cep telefonlarının esiri !
Bütün gün elimizde çık çık çık ya mesaj yazıyoruz ya da kulağımıza yapışık geziyoruz.
Hele trafikte,yasak olmasına karşın herkesin kulağında bir telefon, araç kiti kullanan göremiyorum.
Benim gibi panik olmaya dünden razı, aklına 10 saniye içinde godzilla'nın şehri basabileceği dahil her türlü kötü düşünceyi getirip bunlara inanabilen, daha sonra inandıkça düşünceleri daha da büyüyen ve o yığının altında kalp çarpıntısıyla acaba acaba diye dönüp dolaşıp kendini hasta etme kapasitesine sahip biri için hiç iyi bir icat değil bu cep telefonları...
Sahi cep telefonu yokken biz ne yapıyorduk? Nasıl haberleşiyorduk? Duman, posta güvercini, teleks, çağrı cihazı, ev telefonu?Bir yere buluşmaya gittiğimizde beklediğimiz kişi gelmeyince ne yapıyorduk? Oturup saatlerce bekliyorduk ya da evini arayıp çıkıp çıkmadığını öğreniyorduk. Hatırlıyorum da lisedeydim, bir arkadaşımla buluşacaktık.Dediğimiz saatte kararlaştırdığımız yere gittim kimse yok, bekledim, bekledim, bekledim...10 dakika, 20 dakika yarım saat, derken evini aradım çıktı dediler. Biraz daha bekledim, gelmedi.1 saate yakın bekledikten sonra eve dönmüştüm, akşam aradığımda "neredesin" demişti,1 saat seni bekledim demişti, söylediğine göre o da tam saatinde aynı yere gelmişti.Bu işte bir iş vardı ama cep telefonumuz yoktu!Halbuki olsaydı o saat boşa gitmezdi.Tamam bu telefonun işe yaradığına dair bir kanıt olabilir ama zararlı ışınlar yaydığını, sağlığımızı ciddi şekilde tehdit ettiğini ve bunlara rağmen her yerde yüzlerce cep telefonu dalgasına maruz kaldığımız gerçeğinin önüne geçemez.
Sevgililerimiz nerede, ne yapıyor, şu an telefonu kapalı acaba kiminle? "Alooo aşkım nerdesinnn?" Yoksa başına bir şey mi geldi, hava da yağmurlu şimdi zemin kaygandır, al sana bahane, aman aman ne yapsak kimleri arasak da haber alsak gibi panikzede durumlara düştüğünüz olmuyor mu?
Cep telefonu karıştıranlar var bir de, "tostumu yedim bekliyorum" türevi mesajlara rastlar mıyım acaba diye, rehberinde kaç kadın ismi var diye, ahlaklı ahlaksız telkifler var mı diye sevgilisinin ya da eşinin telefonunu karıştıran kadınlar, erkekler...
Ben artık paniğe sebebiyet vererek ruh sağlığıma, dalgalar yayarak beden sağlığıma zararlı olan telefonumdan kendimi mümkün olduğu kadar uzak tutmaya karar verdim.
Bedenimden uzak bir yerde tutacağım,elimde fazla taşımamaya özen göstereceğim,
Konuşurken de imkan elverdiği sürece kulaklık kullanacağım.
Birine ulaşamazsam panik olmayacağım, derin nefesler alarak dikkatimi başka şeye yönlendireceğim :)
Tavsiyem sağlığınız için siz de aynısını yapın, yoksa bu telefonlar bizi ele geçirecek :)

23 Aralık 2008 Salı

"Kar soğuktur ama içimizi ısıtır!"

Kış aylarını pek sevmem.
Benim için en güzel yanı bol yağmurdur, yağmur demek de "su"... Suyun hayatımız için birinci derecede önem taşıdığını düşünürsek kuraklık olmaması için kışa katlanmak zorunda hissediyorum kendimi.
Soğuktur, kat kat giyinirsiniz, güneş hep bulutların arasındadır, bazen yüzünü günlerce göstermez.Benim içim kararır, ruhum sıkılır, kendimi sokağa atmak isterim ama soğuktan dolayı pekmümkün görülmez. Herkes grip olur, sonra sıra size de gelir, vitamin ve bitki çayları kürü, yeni grip geçirme yöntemleri ve bitimine yakın dayanılmaz öksürük nöbetleriyle sarsılırsınız.Hatta bazen sıranızı bir kere savmakla yetinmeyebilir virüsler, sizi yeniden ve yeniden yakalar!
Kışın en sevdiğim yanı hiç şüphesiz pek çok insan gibi "kar"dır.Bu akşamdan itibaren hava sıcaklığı iyice düşecek ve kar yağacak diyorlar.Ben de tüm çocuklar gibi dua etmeye başladım, beyaz örtüyle bu sene bir kez daha karşılaşmak için.
Yine biraz Interneti biraz da kitapları karıştırdım ve "kar" ile ilgili topladığım bilgileri sizlerle paylaşıyorum.
Kar donmuş su buharı parçacıklarından oluşur. Bunlar havadan buz kristalleri ya da kar taneleri biçiminde düşer . Kar taneleri gerçekte buz kristali kümeleridir . Havadaki sıcaklık donma noktasına geldiğinde, su buharı yoğunlaşarak bir toz parçasının çevresinde buzlaşır ya da çok küçük bir buz kristali biçimini alır . Buz suyun katı ya da kristalli halidir . Saydam, renksiz, kokusuz ve tatsız bir yapısı vardır .
Gökten milyonlarca kar tanesi düşer ve hepsi birbirine benzer görünür, oysa kar tanelerinin kristal yapıları birbirinin tıpa tıp aynısı değildir. Kar kristalleri üzerinde ilk araştırmaları yapan ABD'li Wilson Bentley, gördüğü muhteşem sanat karşısında adeta büyülenmiş ve elli yıl boyunca sürekli kar kristali resmi çekmiştir. Elde ettiği 6000 resim içinde kristal yapıları birbirinin aynı olan iki kar tanesine rastlayamamıştır. Bu da demek oluyor ki gökten yağan bu kristaller, doğanın bize sunduğu bir mucize...
Bu gece çocukken olduğu gibi sık sık pencerenin kenarına gidip sokak lambalarının ışığına bakacağım. Evet kar soğuk, hatta çok soğuk.Ama söyleyin bana bukadar soğuk olup da içimizi ısıtan başka ne var?
Bembeyaz bir sabaha uyanmak dileğiyle...

22 Aralık 2008 Pazartesi

"Ayşegül"

"Ayşegül"ü hatırlayanlarınız var mı?
“Ayşegül bale yapıyor”, “Ayşegül mutfakta”, “Ayşegül bisiklete biniyor”, “Ayşegül dört mevsim”, “Ayşegül ve minik sıpa”, “Ayşegül yolculukta”…ve daha bir çok kitap.
Hani arkadaşı Arda ve köpeği fındık ile bir maceradan diğerine koşarlardı. Ben de okumaya çok meraklı bir çocuk olarak kitapları çabucak bitirir neden daha uzun hikayeler yok diyerek yeniden ve yeniden aynı kitabı okurdum.
Bugünlerde işim gereği sık sık karşılaşıyorum çocukluğumdaki bu kitaplarla. Bugün biraz araştırma yaptım ve edindiğim bilgileri sizlerle paylaşmak istedim.
Çocukken zevkle okuduğum, resimlerine hayran kaldığım ve her kitapta ayrı bir hayale daldığım “Ayşegül” kitap serisinin yazarı Gilbert Delahaye, 1923-1997)resimleyeni ise Marcel Marlier’dir.(1930-)Aslen Belçikalı olan yazar, Fransızca çocuk kitapları serisi olan “Martine”yi yazmaya başladığında yıl 1954 idi.
Oldukça ilgi gören kitaplar 50 kitaplık bir seri halini aldı ve bir çok dünya dilerine çevirisi yapıldı. Bu çevirilerden biri de ülkemiz için yapıldı ve “Martine” ismi Türkçe’ye uyarlanarak “Ayşegül” olarak değiştirildi.
Ülkemizde çok ilgi gören “Ayşegül” serisi, Sabah gazetesi aracılığıyla yıllar önce yeniden hatırlanarak çocuklara dağıtılmıştı.
Hazır elimde varken, ben hepsini ılık süt ve damla çikolatalı kurabiye eşliğinde yeniden okuyacağım. Bu sefer çocukluğumdaki hayallere dalar mıyım bilmem ama bana geçmişe, çocukluğa dair güzel, saf ve sıcacık bir şeyler hatırlatacağı kesin :)

18 Aralık 2008 Perşembe

"Bir şemsiye ve iki kişiye dair kıssadan hisse"

Yağmur yağıyor herkese günahları kadar,
Niye bana daha fazla yağıyor her akşam yağmurlar?
Hamurdan, çamurdan küçücük insanlar
Kesin artık ağlamayı, ıslandım yeteri kadar
Bir damla yağmur anlattı seni bana
Bir damla yağmur anlattı... [Anima - Yağmurla Gelen]
Yağmuru çok severim, ama öyle eteğinizi uçuran, saçınızı dağıtan, çamurlara battığınız yağmuru değil.Düzenli, usul usul, kendi halinde, hızlıca yağan yağmuru severim ben.Mis gibi toprak kokusu dolar ciğerlerime, tüm kirlerin pisliklerin aktığını,doğanın arındığını ve doyduğunu düşünürüm.Ağaçlar daha sağlıklı, çimenler daha yeşil, tüm manzara daha berrak olur sanki.
Yağmurda tek başına dolaşmanın keyfi vardır tabii ki ama bir şemsiyenin altında iki kişi olmak gibisi yok :)
Yağmurun serinliği, O'nun sıcaklığıyla birleşir, adeta yüreğinizde buhar oluşur.tüm ıslanmışlığıma üşümüşlüğüme rağmen,tadını çıkarırsınız o güzel anın.
Demem o ki, güzel anları yalnız başına paylaşmanız çok fazla bir şey ifade etmiyor.Yanınızda sevdiğiniz,değer verdiğiniz biri olmadan hiç bir şeyin tadı yok.İsterseniz en güzel sofrayı kurun, o yemek tek başınıza boğazınızdan geçer mi? Yada dünyanın en güzel şehirlerinden birinde tek başınıza yürümek sizi mutlu eder mi?Belki bir kısmımızı eder, hatta bazen tek başımıza olmak en iyi ilaçtır, dinlencedir.Ama paylaşınca her şeyin daha güzel olduğunu düşünüyorum.Belki de benim gibi hayatını tek çocuk olarak geçirmiş ve eksik kardeşlerinin yerine hep bir şeyleri, birilerini koymaya çalışanların zihninde böyle yaşıyordur paylaşmak.
Mutluluk dediğimiz şey uzun süreli değil, bizi mutlu yapan; mutlu olmak için kullandığımız yolda karşılaştırdıklarımızdır. Önemli olan an'ı yaşamak, an'ı paylaşmaktır.
O halde pencerenizden bir bakın şimdi, dışarıda yağmur yağıyor, şemsiyenizi alın ve paylaşmaya çıkın, yağmur damlalarının serinliğiyle kalbinizin sıcaklığı birleşsin, buhar olsun ve uçsun gökyüzüne...yeni yağmur damlaları yaratmaya...

17 Aralık 2008 Çarşamba

"Yeni yıl eskisini aratır mı?"



Yeni yıl geliyor, sahi içinizde bir heyecan var mı? Nasıl gireceksiniz yeni yıla?Hani derler ya nasıl başlarsa öyle gider diye, aman saat tam 24 olduğunda oturmayın, somurtmayın, aklınıza kötü şeyler getirmeyin derler.Yani bundan anladığımız ayakta dans ederek, sırıtarak, öpüşerek mi karşılayacağız yeni yılı? Olabilir tabii, güzel şeyler yapmaktan bir zarar gelmez, fazla abartmayın ama.Tabii bir de kırmızı çamaşır olayı var=)Neden giyilir, neden donanmak gerekir? Bunlar bir yana gerçekten de yıl değişirken istekleri oluyor insanın.Hiç sonu gelmeyen pazartesi diyetleri gibi, eski yılın son günlerinde bazı kararlar alınır.
Kendimize, şarkıda da dediği gibi yeni bir "benlik" yaratmak isteriz. Saçımızı değiştirmek, makyaj stilimizi farklılaştırmak, yeni kıyafetler almaktan bahsetmiyorum.İçimizi değiştirmek anlatmak istediğim.Ancak bu kararlar, yeni yılın ilk günlerinde uygulandıktan sonra devamı getirilmez.Yine eski çarka kaptırırız kendimizi ve bir de bakarız yılı ortalamışız, yeniden gelecek yılı karşılarken değişim yeminleri ederiz ama değişen tek şey yaşımız olur.
Bir yılı geride bırakıyoruz, bir yıl daha yaşlanıyoruz. Bunun nesi eğlencelik? İnsanlar bir yaş daha almanın çaresizliğini, gelecek olan yılda yapacakları değişimler ve yeni umutlarla örtmeye çabalıyor.Bu yıl biraz daha yaşlandım ama yeni bir sevgili bulabilirim yada işimden kovuldum ama yenisini bulabilirim, umudum var, o halde haydaa eller havaya=)
Ben ne yapacağım peki yeni yılda? Ailemle, akrabalarımla olacağım, kendim ve sevdiklerim için kar perisinden dilekler dileyeceğim.
Bu yepyeni,taptaze yıldan elbet isteklerim var benim de.
Sakin, dingin, akışına bırakılacak, savrulmayacağım ve üşümeyeceğim bir yıl istiyorum.
Gözlerimi kapayıp gülümseyeceğim; daha sağlıklı, daha umutlu, daha huzurlu ve daha zengin bir "ben" için...
Herkese dilediği gibi geçireceği ve güzeliklerin başlangıcı olacak bir yıl diliyorum!

"Yola devam"


Internet üzerinden okuduğum güzel bir yazıyı paylaşmak istiyoum;

İki çocuklu bir aile hafta sonunu piknik yaparak geçirmeye karar verirler.
Piknik yerine vardıklarında anne yemeği hazırlarken, çocuklarbabalarıyla birlikte yürüyüşe çıkar. Uzun bir yürüyüşten sonra oldukça yorulan küçük çocuk yalvarırcasına bakan gözlerle, 'Babacığım çok yoruldum. Lütfen beni kucağında taşır mısın?' der.
Baba; 'Ben de yorgunum oğlum'' der demez çocuk ağlamaya başlar.
Baba tek kelime etmeden ağaçtan bir dal keser. Dalı bıçakla biçimlendirip, çocuğa zarar vermeyecek biçimde yontar. Sonra dalı oğluna verir.'Al oğlum, sana güzel bir at' der. Çocuk sevinçle dal parçasından yontulmuş ata biner ve sıçrayarak, ata vurarak annesinin yanına doğru gitmeye başlar.
Babasını ve ablasını geride bırakmıştır bile...Baba gülerek kızına: 'İşte yaşam budur kızım. Bazen zihnen ya da bedenen kendini çok yorgun hissedeceksin. İşte o zaman kendine değnekten bir at bul ve neşe ile yoluna devam et.
Bu at, bir arkadaş, bir şarkı, bir çiçek, bir şiir yada bir çocuğun tebessümü olabilir.
Değnekten atınız hiç eksik olmasın.

15 Aralık 2008 Pazartesi

Neresindeyim?


Bütün sesleri susturdum, ardından düşündüm...
"Neresindeyim?"
Fincanın dibinde bir yerlerdeyim,önümde bir yol var uzun mu kısa mı belli değil, ben ortalarında bir yerlerdeyim, hayat diyorlar galiba buna.Herkese göre değişir aslında adı, ben pek bir şey demiyorum.Sadece vakit geçirmek için dünyaya gönderildik gibime geliyor, nasıl geldik, neredeyiz, nereye gidiyoruz, neden her şey bu kadar zor ve rutin?Sanki tekerleğin içinde dönüp dönüp yine aynı yere varan salak bir fareyim, ya da labirente koymuşlar beni, bul peyniri bulabilirsen!
Birileri iplerimizi tutmuş, bırakmıyor,birileri bizi yoruyor, koşturuyor, üzüyor, ağlatıyor.Peki sonunda ödül var mı?Onu da bilemiyoruz, sadece koşuyoruz ve döngü değişmiyor yine rutine yakalanıyoruz.
Okuyoruz, harıl harıl okuyoruz, seviyoruz, aşık oluyoruz, deliler gibi çalışıyoruz, ruhumuz boşalıyor, büyük işyerlerinde pahalı kıyafetler içinde birer çöp yığınlarıyız aslında,gerçeğimizi sadece kral çıplak diyebilecek kadar cesurlar görüyor.
Beyaz atlı prensi bekliyoruz, şanslı olanlar ata atlayıp gidiyor, olmayanlar her seferde attan düşüp kafasını yarıyor!Bazılarımız bu prensten çocuklar doğuruyor, onlara da bulaştırıyor aynı rutini.Kendimize benzeyen küçük insacıklardan ordular kuruyoruz, hepimiz ruhsuz, gözlerimizin ışığı uçmuş, zaman zaman neşeli, zaman zaman mutlu ama kısa zaman, mutsuz,yılgın ve düşünceli uzun zaman...
Hep bir şeyler çıkıyor mücadele için, biri bitiyorsa biri başlıyor, ne demişler Allah bitirmesin!Mücadele bitince beyaz bayraklar görünüyorsa ufukta heveslenmeyin, bir yenisi bekliyordur kapınızda,bir yenisi yoksa geçmiş olsun dünyayla hesabınız bitmiş demektir!
Hayat güzel, hayat yaşanmalı,hayata tutunmalı falan filan derler, derler de lafla yürümez bu peynir gemisi.
Hayat dedikleri şu şeyden tad almak lazım, tam başardım derken yeniden pes etmekten sıkılmamak.Beceremiyorum ben pollyanna olmayı,bazen iyi duruyor üzerimde bazen sırıtıyor,tam sinmiyor işte içime..
Öyleyse neresindeymişim? Boşlukta bir yerlerde, fırtına varmış tutunmalı, sıkı sıkı..
Neye direniyorum onu da bilmiyorum ama derinlerden bir ses ne olursa olsun devam diyor,
Bir yerde bir dilek perisi bulabilir seni,eğer şanslıysan...
3 dilek hakkın da olsa bir şeyler değişebilir belki, belki demek bile bazen güç verebiliyor, galiba bunun adı güçten farklı bir şey buna "umut" diyorlar,
Durmak yok, dinlenmek yok, devam devam devam...

10 Aralık 2008 Çarşamba

"O"


O, çocuğunun saçını uykusunda okşayanlardan,
Sevgisini söylediğinde otoritesinin biteceğini düşünenlerden,
İyi olanları değil hep kötüleri yüzüne vuranlardan,
Onun için çırpındıkça görmezden gelenlerden,
Az konuşup, hiç paylaşmayan, her şeyi içine saklayanlardan,
Her şeye hayır deyip sırtını dönenlerden…

Keşke farklı olsaydı her şey,
Ve ...

4 Aralık 2008 Perşembe

"Issız Adamlar..."

Aslında popüler olan her şeye bir nevi alerjim vardır.
Ben kıyıda köşede kalmışları, pek seçilmemişleri, görülmemişleri, farklı yada aykırı olanları tercih ederim.
Ancak yoğun ısrarlar ve merakım üzerine geçtiğimiz hafta, şu meşhur Çağan Irmak filmine gittim . Evet evet Issız Adam’dan bahsediyorum.
Çağan Irmak insanların duygularını yalın ama yalınlığa ironik gelecek bir yoğunlukla perdeye aktarıyor, bunu daha önceki filmlerinden biliyorum. Issız adamda da bu değişmemiş.
İzlenilebilir, etkileyici, duygusal bir film.
Issız Adam karakterinde gördüğümüz Alper, aslında her gün sokakta yanından geçtiğiniz, belki otobüs durağında gördüğünüz, belki de bir kafede yan masanızda oturan biri gibi bize yakın bir karakter. Hatta birçoğumuzun arkadaşı, sevgilisi, yakını da olabilecek kadar hayatın içinden bir adam.
Cihangir’de oturan, gecelere bir kadeh şarap ve değerli bir plak eşliğinde başlangıç yapan ardından sevişmek için cebinden para vererek devam eden, sıklıkla çarşaflarını değiştiren, nereye savrulacağını bilmeyişi nedeniyle sapkınlıkla gerçeklik arasında gidip gelen, duvarların arasına sıkışmış bir karakter.
İn ve cin sokaklarda top oynadığı zaman sahneye çıkıyor, gecenin karanlığında türlü oyunlara bırakıveriyor kendisini.
Ada ile tanışması ve ilişkilerinin başlangıcı da aslında tek gecelik bir oyunun parçası gibi gelse de ilk başta, güzel bir birlikteliğe doğru sürükleniyorlar.
Hani gerçekten ıssız adamlar vardır, kadınlar çok iyi bilirler. Onlar hep sessizdir, siz bir şeyler öğretirsiniz, hamura malzemeleri hep siz katarsınız, her şeyi sizden beklerler, gözünüz öyle kör olmuştur ki aşkınızla gerçekleri göremezsiniz, terk’i gözlerinde görseniz de ihtimal vermezsiniz, inanmazsınız, üstünde durmazsınız, bahanelere sığınırsınız.
İşte Ada’da gerçeklerle hiç ummadığı bir zamanda, meşhur yaprak sarmalı sahnede yüzleşiyor.
Filmle ilgili bir röportajda okuduğuma göre o sahnede Çağan Irmak senaryodan 2 sayfayı çıkarmış ve tamamen doğaçlama oynamışlar.
Bu doğaçlamanın sonucu da filmin bütünlüğündeki gibi yoğun ve yalın bir tad bırakıyor damakta. Bu hüzünlü terk’in ardından araya giren yıllar ve umulmadık bir karşılaşma o kadar zamanda neler olmuş sorusunun cevabıyla izleyiciyi buluşturuyor.
Evet, bir şekilde yıllar geçiyor, ama Ada’nın dediği gibi insanların kokusu hiç değişmiyor…
Ve pişmanlık öyle bir kambur yüklüyor ki insanın üzerine çıkarıp atamıyorsunuz, her yerde peşinizden geliyor.
Bazen kırılan bir diş fırçası kabının içinde saklanıyor geçmiş, bazen de emlakçıya dönüşen bir kostüm tasarımcısının önünde bekliyor.
İşin özü, Issız Adam’lar kendileriyle ve hayatla olan hesaplaşmalarını bir türlü tamamlayamıyorlar, bunun uğruna her şey tükeniyor ve resme uzaktan bakınca tüketilenin koskocaman bir hayat olduğunu görüyorsunuz.Onlar, uslanmayan adamlar.
Ada gibi nicelerimizin hayatında Issız adam’lar olmaması dileğiyle…

Şarkılardan şiirleştirdiklerim 1

Müziksiz bir hayat hatadır demiş Nietzsche...
Sadece hata mı bence felaket de olabilir müzik olmadan yaşamak.
Melodik olarak bir şeyleri duymayı, özümsemeyi, eşlik etmeyi, kimi zaman eşliğinde ağlamayı kimi zaman dans etmeyi bir yaşam biçimine dönüştürebilenlerdenim.
Ama iyi diye nitelendirebileceğim şarkı; şiir gibi güzel sözlerle o şiire uygun tınılardan oluşan melodilerin sevişmesinden doğmalıdır.
Bir albümü aldığımda henüz dinlemeden elime alır incelerim, kartonete bakarım, şarkı sözlerini tek tek okurum. Hangi şarkıyı kim bestelemiş, sözlerini kim yazmış, kim hangi enstrümanı çalmış, kim sesiyle eşlik etmiş, kayıtları hangi stüdyoda yapılmış diye oturur bir kitap gibi okurum.
Ardından elimden kartoneti bırakmadan dinlemeye başlarım.
İşte şarkılardan şiirleştirdiğim, daha doğrusu bazı şarkı sözleri gerçekten şiirdir diyebileceğim, beni derinden etlileyen sözlerden bazıları;

Küçük Prens / Sakin - Albümde yer almayan bir şarkı

Taze durmayı unuttuğum şu şubat gününde ben nasıl naif olsam?
Söyledim pek ince işlerim ben; sen bakar, dalar, konuşur ve şahlanırsın..
Birden susturdum tüm dünyayı sen konuş diye, nasıl sağırsın kendine..
İlk defa toslayınca bir incelik abidesine yarattın yenisini...
Bildiğim tüm küçük hayatlar yıkık ya, sen onarma istemem.
Sevdiğin bu gözler sessizse, inan çok çok uzakta gerçeğim...
Koş dur, büyülü renklerin arasında bu gezegenin,
Herşeye sahipsin ..
Emin ol bu içtenlik senin ben zaten yaşarken bambaşka bir alemde..
Bildiğim tüm küçük hayatlar yıkık ya, sen onarma istemem.
Sevdiğin bu gözler sessizse, inan çok çok uzakta gerçeğim...
Sen küçük prensim, varlığınla fethettin mi sandın garip dünyamı?
Boşa saydın bak, bunca beden zaferde benimle yıllar sonra.....




Prensesin Uykusuyum / Redd - Kirli Suyunda parıltılar

Ben kimin uydusuyum uymadı mı sorgusuyum
Hala eski duygusuyum prensesin uykusuyum
Bir avuntu dolgusuyum terkeder beni korkusuyum
Hala eski duygusuyum prensesin uykusuyum
Uyanmaz mı...
Bana gelince zaman durmaz mı
Uykusuz rüyasız bana gelince hayat neden masalsız
Bilmem...
Bir masalın yokmuşuyum
Ben hiç ben olmuş muyum
Hala eski duygusuyum prensesin uykusuyum

Bugün / Teoman - En güzel hikayem

Bugün sözlükler kusuyorum cümleler kuramazken dün..
Bugün denize döktüm kendimi ucuza gitmeyeyim diye
Bugün sıyrıldım rollerimden mutluyum.
Çünkü artık yokum bugün
Boğulurdum her sağanakta yüzmeyi öğrenmişim sanki bugün
Hayat koyu bir balgam sert bir pornoydu dün
Bir tuzağa kaptırmıştım kendimi ama eminim tanrı var bugün
Bugün evimi yaktım kitapları attım yıkandım , temizim artık bugün
Dün çok giyildim çok pot yaptım ütülüyüm jilet gibi bugün
"siz de mi dostlarım?" dedim
"öyleyse düş sezar!"
Bugün!



Beyazın Şarkısı / Bülent Ortaçgil

Beyazlara hep gri dedik
Darılmasın diye siyahlar
Rüzgarın adını esinti koyduk ki korkmasınlar
Bir zamanlar çiçektiler
Sulanmadılar, soldular
Yumuşaktılar, taş oldular ki kırılmasılar
Prensesler ve prensler
Hiçbir zaman gelmediler
Birini beklemek en kolay iş ki incinmesinler
Bedenimiz bize yabancı
Yasaklarımız var susulan
Aşkımız basite indirgenmesin ki utanmasınlar
Kimi değiştirmeyi bilmezdi
Kimi zaten hiç istemezdi
Bırakın dünyayı yerinde kalsın ki ürkmesinler...

3 Aralık 2008 Çarşamba

"Farkındalık"

Anadolunun ücra köyünde bir kız çocuğu.
Okula gitmek için, ilk zil zamanından saatler öncesi ayakta,
Kulağında ezan sesi, uykulu gözlerle bakıyor doğacak olan yeni güne.
Bir şeyler yiyecek vakti yok, elindeki çantada yenmeyi bekleyen 2 dilim ekmek,
Soğukta yola çıkıyor, saatlerce yürüyor, karlar diz boyu,
Bata çıka, bata çıka, düşe kalka, düşe kalka...
Nihayet okula geliyor saatler sonra, yorgun ama şikayetsiz.
Biliyor ki çelimsiz bacakları her geçen gün güçlenecek,
Bir harf için, bir kelime için,
Damlayan okul çatısı, yakacağı olmayan okul sobası, ayağını buz kestiren siyah lastik ayakkabılarına rağmen...
Pür dikkat,
Öğretmenini dinliyor,
Elinde bir kalem, kirlenmiş eski bir defter,
Bir yerlerde daha iyi imkanların olduğunun farkında değil,
Yazmaya çabalıyor, öğrenmeye, okumak için kitaplar bulacağı bir okulda öğretmen olmak için belki de...
Okumak ve hayatını kurtarmak için...


Şehirde bir genç kız,
Radyodaki en sevdiği sabah programının başlangıcına kurulmuş saati,
Bezginlikle kalkıyor çalan müziğin kendisini ayıltacağını umarak,
İçeriden sesler geliyor,
Üzerine giyinip hazırlanan kahvaltı masasına yöneliyor,
Bir yandan elinde cep telefonu, uyurken gelen mesajlarını okuyor,
Sofrada annesi, babası, kardeşi...
Kısa bir sohbetin ardından okul servisinin kornasıyla kalkıyor masadan,
Ceketini alıyor, ipod'un kulaklığını kulağına takıyor, telefonunu cebine koyuyor,
Akşam çıkışta yüzmeye gideceğini söylüyor annesine, yemeğe beklemeyin diyor,
Servisine biniyor,
25 dakika sonra okulunda,
Sıcacık okuluna giriş yapıyor,
Tıpkı bi iş merkezi gibi burası,
Her yer parlak, dekoratif, iyi döşenmiş, sıcak...
Kapıdaki güvenliği selamlıyor,
Arkadaşlarıyla dün gece gittikleri filmin tartışmasını yaparlarken ders zili çalıyor,
O, aklında bir sürü soruyla derse giriyor,
Karşısında iyi giyimli, güleryüzlü bir öğretmen,
Anlatıyor...
Elinde bir şey yok, önünde şık bir kalın kapaklı telli defter,
Bir yerlerde daha kötü imkanların olduğunun farkında değil,
Kulağında hala müzik...
Zihninde ninni...
Uyumuyor ama dinlemiyor da.
Şehirde,
Bir yerlerde,
Bazıları...

2 Aralık 2008 Salı

"Her daim telkin! "


Kuzgun!
Bu dünyada üzgün olmaya değer ne var?
Hiç birşey aslında...
Her şey olacağına varmıyor mu, söylesene...
Boşu boşuna savrulup duruyorum içi boş başaklar gibi, aklım var oysa benim, fikrim de.
Savrulmaya izin vermemeli insan, güçlü olmalı, dik durmalı, ne olursa olsun çelik gibi olup inancını kaybetmemeli.
Biraz daha umut, biraz daha inanç.
Didiklemeden, ayrıştırmadan bütünüyle kabul etmeliyim gerçekleri.
Kendimi yatıştırmalıyım, derin nefesler, ciğerlere dolan 10 saniyelik hava, her şey döner mi normale?
Dönmeli, her şey iyi olacak, kaderini değiştiremezsin dedikleri şey bu yaşadıklarımız olsa gerek.Her şeye rağmen dünya dönecek ve gece ve güneş ve bir ve iki...
Ne sayılar yer değiştirecek ne de gündüz ve gece, her şey yerli yerinde.
Sen sadece bakacaksın etrafına ve umudu yükleyeceksin sırtına, çok sarsıyorlar beni farkındayım, biliyorum her şey yere düşüyor, ceplerini sıkı korusan da zorla gelip alıyor birileri, olsun daha fazla önlem daha çok telkin etmeliyim ruhumu.
Yetişemiyorum, daha mı hızlı koşmalıyım?
Uzanamıyorum, parmaklarımın ucuna mı yükselmeliyim?
Erişemiyorum, daha fazla mı istemeliyim?
Üzülüyorum, görmezden mi gelmeliyim?

Sorularım var kuzgun,
Söyle bana,

Bu dünyada üzgün olmaya değer ne var?

"Beklemek"

Bekliyoruz...
Hayatta her şeyi bekliyoruz...
Sabah evden çıkıyoruz, dolmuş bekliyoruz, gazete bayiinde önümüzdeki insanları bekliyoruz, işe gittiğimizde telefon bekliyoruz, biten çayın yeniden demlenmesini bekliyoruz, toplantı için her şeyimiz hazır ama gelecek olanları bekliyoruz, mesaimiz bitti eve gideceğiz ama yeniden dolmuş kuyruğunda beklemeye koyuluyoruz.
Markete gidiyoruz sıranın bize gelmesini bekliyoruz, dairemize çıkmak için asansörün gelmesini bekliyoruz, uyumayı bekliyoruz ancak yapılacak işler de bizi bekliyor.
Uykuya daldıktan sonra sabah uyanıp işe gitmeyi bekliyor bedenimiz yine ister istemez...
Peki ya ruhumuz neler bekliyor?Ruhumuz ikizini bekliyor, aşkı bekliyor, umudunu kaybettiğinde yeniden bir umut bekliyor, iyimserliği bekliyor, hoşgörüyü...
Artık insanlarda stoklanmayan sabrı bekliyor, iyi niyeti bekliyor, güleryüzü...
Aşık olduktan sonra değer verilmeyi bekliyor, zaman geçtikçe ve ufak detaylar yerini alışkanlıklara bıraktığında her şeyin güzel olacağına dair bir umudun filizlenmesini bekliyor.
İsteklerinin gerçekleşmesini bekliyor, huzuru, dinginliği, çoğu zaman sadeliği..Anlamsızlaşan her şeyin anlam bulmasını bekliyor, insanın kalbiyle de işitebildiğini, görebildiğini, dokunabildiğini herkesin anlamasını bekliyor.
Ektiği tohumların fidana dönüşmesini, emek verdiklerinin büyümesini bekliyor.İnsan, hem bedensel hem de ruhsal beklentilere ayırıyor hayatının büyük bir kısmını.Peki beklediklerimiz geliyor mu?
Beklemeye değiyor mu?
İşte bunun olması için de şans'ı beklememiz gerekiyor...

EMEĞE SAYGI

Internet-Gazete-Dergi ve her türlü basılı yayın için geçerlidir : Yazılarımdan ismim ve adresim link gösterilmek suretiyle alıntı yapılabilir. İzinsiz emek hırsızlığı durumunda hakkımı "hukuki çerçevede" sonuna kadar arayacağıma emin olabilirsiniz.Emeğe saygı gösterdiğiniz için teşekkürler!